3 Ekim 2008 Cuma

Bu da geçer Ya Hû

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.
Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar.

Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..."

Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş'in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder. "Haa o Şakir mi?" der köylüler, "O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor." Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş'i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş'i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.

Bu da geçer Ya Hû

'Bu da geçer Ya Hû' sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman 'Bu da geçer' mânâsına gelen 'k'afto ta perasi' demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp 'in niz beguzered' olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip 'bu da geçer' yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna 'Ya Allah' mânâsına gelen bir 'Ya Hû' ilave edilip 'Bu da geçer Ya Hû' haline gelir.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Güzel sözler

İnsaf et, aşk, güzel bir iştir. O'nun bozulması, güzelliğini kaybetmesi tabiatın kötü niyetli oluşundandır.

Sen kendi şehvetine, aşk adını koymuşsun, halbuki, şehvetden kurtulup, aşka ulaşabilmek için çok uzun yollardan geçmek gerekir.


Hz. Mevlâna Muhammed Celaleddin-i Rûmî (k.s.)

19 Nisan 2008 Cumartesi

Türkler'in meleği 'Uceymi'ydi

Irak'ta Rus, Mısırlı ve Japon rehineleri direnişçilerin elinden kurtaran Şeyh Duleymi popüler oldu. 89 yıl önce Irak'ta hayatını Türkler'i kurtarmaya adayan Şeyh Uceymi vardı

Birinci Dünya Savaşı sırasında bütün Araplar'ın Türkler'e düşman kesildiği doğru bir tespit değildir. Bazıları İngilizler'le bir olup Türkler'i arkadan vururken, bazı kabileler, sonuna kadar Türkler'in yanında yer almıştır. Bunların en çarpıcı örneği Şeyh Uceymi Sadun'dur.

Şeyh Uceymi, Irak'ın 'Müntefik' çölleri denilen bölümünde yaşıyordu. Babası, Halep Hapishanesi'nde zehirlenerek ölen Emir Sadun Paşa'ydı. Asaletleriyle tüm Irak'ta adını duyuran bir ailenin oğluydu. Elindeki kuvvetlerle İngilizler'e direniyordu. İngilizler Faw Yarımadası'nı işgal edip, Basra'yı ele geçirdikten sonra anavatanla irtibatı tamamen kesilmiş olan ve çok üstün kuvvetler karşısında çekilmeye mecbur kalan Trabzonlu Binbaşı Adil Bey'in komutasındaki kuvvetleri, kuş uçmayan kervan geçmeyen çöllerden geçirerek kurtaran kişi de Şeyh Uceymi'ydi. Askerlerimize taarruz eden ve soygunculuk yapan bedevilere karşı son derece acımasızdı. Bunları adamları sayesinde bulduruyor ve herkesin gözü önünde öldürtüyordu. İngilizler'in ileri karakollarına düzenlediği baskınlarda da esir tutulan Türk askerlerini kurtarıyor, yaptıkları Irak'ın her yerinde ses getiriyordu.

HIZIR GİBİ YETİŞTİ

Irak'ı işgal eden İngilizler'i topraklardan atmak için Teşkilat-ı Mahsusa (Osmanlı gizli istihbarat örgütü) Reisi Yarbay Süleyman Askeri'nin komutasındaki kuvvetlerin, 12 Nisan 1915'te gerçekleştirdiği Basra önlerindeki Şuaybe muharebesinde de Şeyh Uceymi'nin unutulmaz hizmetleri olmuştu. Savaşın ikinci günü Askeri'nin , Zübeyir'in işgaline ve Basra Şuaybe yolunu kesmek için görevlendirdiği kuvvetler, Şeyh Uceymi'den yardım istedi. Şeyh Uceymi 'Hızır' gibi yetişti Birkaç yüz atlının başında, sade kıyafetleri içinde bir çöl şövalyesini andıran Şeyh Uceymi, benzeri az görülen cesur hücumla, Türk birliğini ölümden kurtarmıştı. Iraklı bu çöl çocuğu, Basra'dan Urfa'ya kadar Türk ordusunun kahraman bir koruyucusu olarak savaşarak geri çekilmişti. Bugün yaşananları görünce, keşke Irak'ta bir Şeyh Uceymi olsa demek geliyor insanın içinden.




--------------------------------------------------------------------------------



Atatürk İngilizler'e teslim etmedi

Bunların canlı tanığı, Irak'ta savaşan Osmancık Taburu'nun fedakar gönüllülerinden Hamdi Osman (Erkan), Uceymi'nin Milli Mücadele'nin ilk günlerinde Ankara'ya gelerek vatan hizmetine koştuğunu, güney sınırlarımızda son derece önemli hizmetleri olduğunu, Büyük Zafer'den sonra Urfa'ya yerleşip çiftçilikle uğraştığını belirtir. Milli Mücadele sonrası İngilizler, zamanında kendilerine ağır darbeler indiren Şeyh Uceymi'yi yargılanmak üzere hükümetten istediler. Ancak Atatürk, Türk dostunu İngilizler'e teslim etmedi.

Geçmişteki Bugün-Burak ARTUNER

http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2004/08/09/gundem/gundem4.html

16 Nisan 2008 Çarşamba

Sevmiyorum

Yanlış bir yokoluşu sevmiyorum.
Yorulmayacağım yaşamaktan hiçbir zaman.
Hiçbir mevsimi sevmiyorum,
Hasta ve yorgunsam.

Vurdumduymaz arsızlığı sevmiyorum.
İnanmıyorum coşkunluğa.
Sevmiyorum dahası,
Okuyunca başkası mektuplarımı,
Eğilerek üstünden omzumun.

Sevmiyorum yarım kalan şeyleri,
Ya da konuşmamın kesilmesini.
Sevmiyorum sırtıma ateş edilmesine
Karşıyım yüzüme de ateş edilmesine.

Nefret ediyorum,
Haber görüntüsünde dedikodu yapılmasından.
Şüphe kurtlarından,
Ya da,
Sürekli nefret edilmesinden kürkten,
Ya da,
Camın üzerinde demir gibi,
Olunmasından.

Sevmiyorum sonsuz güveni,
Gölge etmesinler en iyisi,
Yazıklar olsun bana,
Madem ki,
şeref kelimesi unutuldu.

Ve madem ki, ardımdan şerefime,
leke sürüldü.


Kırılmış kanatları görünce,
Duymuyorum merhamet,
Ve boşuna,
Sevmiyorum zorbalığı ve güçsüzlüğü,
Gördüğünüz gibi,
Sadece üzgünüm;
Çarmıha gerildiği için İsa’ya.

Sevmiyorum kendimi,
Korktuğum anlarda,
Dayanamıyorum,
Suçsuzlar dövüldüğünde.
Sevmiyorum ruhuma girdiklerinde,
Dahası,
Ona tükürdüklerinde.

Arenaları sevmiyorum,
İnsanları bir rubleye değişirler.
Varsın daha da çoğunu değişsinler,
Bunu ben hiçbir zaman,
Sevmeyeceğim.



Vladimir Vısotskiy
(Rusça) Mustafa SÖZLÜ

Mustafa Sözlü

3 Nisan 2008 Perşembe

SEM'A

SEM'A


Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ’, lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur [34]. Böylece XV.yüzyılda son şeklini alan Sema’ Töreni’ ne daha sonra sadece XVII.yüzyılda Nâ’t- ı Şerîf eklenmiştir.



Sema’â, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifâde eder.

Mutrıb ve semâzenlerin şeyh postunu selâmlayıp, semâhânede yerlerini almalarından sonra şeyh efendi semâhâneye girer, mutrıb ve semâzenleri selâmlayıp posta oturur.

Mutrıbdaki saz grubu asıl olarak neylerden oluşur. Bulunduğu takdirde bu heyete rebab, kanun, tanbur gibi diğer sazlar da ilâve edilir. Neyzenlerin başında bir neyzenbaşı, âyinhanların başında da kudümzenbaşı vardır. Bütün mukaabeleyi kudümzenbaşı yönetir. Âyinhanlar iki veye üç kudümle usûl vurarak eseri okurlar. Ayrıca âyinhanlardan biri halîle (zil) ile, bir diğeri de zilsiz def (bendir) ile usûle iştirak eder.

Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz.Mevlânâ’nın bir şiiridir. XVII.yüzyılda bestekârlarından “Itrî” adıyla tanınan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği bu na’t-i, na’t-hân ayakta ve sazsız okur.

Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir.

Na'’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder.

Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, sema’ meydanında sağdan sola doğru dârevî bir yürüyüşe başlarlar. Semâ’ meydanını üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir.

Semâhânenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım daireye böler. “Hatt-ı istivâ” denilen bu çizgi, mevlevîlerce kutsal sayılır ve aslâ üzerine basılmaz .

Dördüncü bölüm, Sultan Veled devridir. Bu, Semazenlerin birbirine üç kere selam vererek, bir peşrevle dairevi yürüyüşüdür. Şekilde gizli ruhun ruha selamıdır...Semâ’ meydanının sağ tarafından post hizasına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Buna “Mukâbele” denir.

Postun tam karşısında Hatt-ı İstivâ’nın sema’ meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada da baş keser ve Hatt-ı İstivâ’ya basmadan yürüyüşüne devam eder.

Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledî tamamlanır. Bu devirler, şeyh denilen mânevî terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakîkat’i “İlm-el Yakîn” olarak bilişi, “Ayn-el Yakîn” olarak görüşü, “Hakk-al Yakîn” olarak da O’na erişi sembolize eder.

Kudümzenbaşının Devr-i Veledî’nin bittiğini îkâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar.

Semazen üstündeki siyah hırkayı çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakkamını temsil eder. Böylece Allah'ın birliğine şehadet eder.

Semâzenler tek tek şeyh efendinin elini öperek izin alır ve sema’a başlarlar.

Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin eder.

I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir.

II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder.

III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.

IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur.

IV.Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir.

Bu arada IV.Selâm bitmiş, Son Peşrev ve Son Yürüksemâî çalınmış, son taksim yapılmaktadır.

Şeyhin posttaki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf” okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla Semâ’ Töreni sona erer. Şeyh Efendi’den sonra semâzenler ve mutrıp da şeyh postunu selâmlayıp semâhâneyi terkederler.